Endüstriyel Hayvancılık ve İklim Değişikliği

Küresel ısınma sonucu yok olan ormanlar. İlüstrasyon

Yazar: Nazlı Elvan Gökgöz

İklim değişikliği dediğimizde aklımıza gelen kelimeler çevre, doğa ve hayvanlar oluyor. Ancak bu kelimelerin arasında biz insanlar yer almadığımız için çok yanıltıcı bir yaklaşıma yol açabiliyor. Aslında iklim değişikliği hepimizi çok yakından ilgilendiren, bizler dahil olmak üzere tüm yaşamı tehdit eden bir can güvenliği meselesidir. Yoksulluk, gıda güvenliği, temiz suya erişim, hava kirliliği, orman yangınları, afetler, ve bu gibi sorunların sonucu olarak da iklim göçü, iklim değişikliğinin neticelerini göreceğimiz alanlardan sadece birkaçı. 


Daha sürdürülebilir ve yaşanabilir bir dünya için ise küresel sera gazı emisyonlarının azaltılması ve +1,5 derece sınırını aşmamamız kritik bir önem taşıyor. Nitekim sürdürülebilir ürünlerin piyasada giderek çoğaldığını, tek kullanımlık plastik ürünlerin yerini daha kalıcı ürünlerin aldığını, toplu taşıma kullanımının teşvik edildiğini, hatta ekonomide de sürdürülebilir modellerin daha sık yer aldığını görüyoruz. Bunların hepsi dünya için iyi olsa da - ulaşımdan daha büyük bir karbon ayak izine sahip olmasına rağmen - endüstriyel hayvancılığın sürdürülebilir kalkınma alanında yeterince görünürlüğe sahip olmadığını izliyoruz. 

Amazonlarda bugüne kadar yok edilen ağaçların %91'i endüstriyel hayvancılığa alan açmak için katledildi.

Endüstriyel hayvancılığın başlıca sebep olduğu ormansızlaştırma, ortalama her gün 137 bitki ve hayvan türü yitirmemize sebep oluyor. Ağaçlar kesildikten sonra kalan bitki örtüsünden kurtulmak için de genelde ateş kullanıldığı için, daha da büyük bir yıkım meydana geliyor: orman yangınları.

Bu endüstrinin doğaya verdiği muazzam zararın karşılığında da inanılmaz bir verimsizlik ve israf söz konusu. Bir ineğin en az 400 kilo olduğunu düşünürsek, asgari düzeyde yaşamak için günlük 24000 kcal enerjiye ihtiyacı var. Biz insanlar günde ortalama 2000 kcal enerji alarak hayatımızı sürdürüyoruz; ve bu sadece gündelik yaşamımız için gerekli olan enerjiyi karşılıyor - kilo almıyoruz.

Emisyonlar

Bu hayvanlar etleri veya hayvansal ürünleri için üretildiklerinden ötürü bir de kilo almaları isteniyor. Dolayısıyla, endüstride hayvanları beslemek için harcanan enerji ve bunların yarattığı karbon salınımı bizim onlardan alacağımız besine kıyasla çok fazla! 

Bunun yanı sıra, her bireyin endüstriyel beslenebilmesi için kişi başı 12,400 metrekareye ihtiyaç var - yani neredeyse 3,5 futbol sahası kadar büyük bir alana. Buna oranla bitkisel beslenen biri için bu alanın yüzde beş buçuğu yeterli.  

Bizlere her zaman çok sayıda hayvanın kalabalık barınaklara sokulması sayesinde endüstriyel hayvancılığın toprak tasarrufu sağladığı anlatılmış olsa da bu bir şehir efsanesinden ötesi değil. Aksine, hayvanların nüfusunu artırdıkça onları beslemek için üretilen tahıl ve soya da artıyor, bunların üretimi için de ormansızlaştırma gibi faaliyetlerle devasa alanlar açılıyor. Nitekim bugün dünyadaki tarım alanlarının %77'si çiftlik hayvanlarının ve yemlerinin üretimi için kullanılıyor.

Endüstride hayvanlar otlaklarda değiller. Çiftlik dediğimiz yerler çiftlikten çok fabrikaya benziyorlar. Hayvanlar meralarda olmadıkları için de yem gerekli. Yem için mısır ve soya üretimi gerekli. Mısır ve soya tarlalarını da sürmek ve gübrelemek lazım - ancak bu gübre de doğal gübre değil, kimyasal gübre. Tüm bu faaliyetlerin ortak noktası ise hepsinin sera gazı salınımını yoğunlaştırıyor olması.

●     Toprağın endüstriyel araçlarla sürülmesi atmosfere karbondioksit salıyor.

●     Kimyasal gübre azot oksit emisyonuna sebep oluyor.

●     Öte yandan hayvanların dışkısı doğal olarak gübre işlevi görebilecekken, endüstriyel çiftliklerde sadece metan gazının atmosferde yoğunlaşmasına katkı sağlıyorlar.

Şunu düşünüyor olabilirsiniz: “endüstriyel hayvancılık sayesinde gıda ürünleri bizler için daha ulaşılabilir ve ucuz fiyatlara satılabiliyor”. Bir kez daha düşünün. Endüstriyel hayvancılığın pahası doğa. Bu sektörün ardında bıraktığı yıkımın bedelini de bizler ve bizim çocuklarımız ödeyecek.

Dünyanın en büyük et firmalarından üçü - JBS, Cargill ve Tyson Foods - geçen yıl atmosfere Fransa'dan daha fazla ve bazı büyük petrol şirketlerini neredeyse yakalayacak kadar çok sera gazı saldı!

Buna karşın, Exxon ve Shell gibi enerji devleri iklim değişikliğini körüklemekteki rolleri nedeniyle eleştiri oklarına hedef olurken, kurumsal et ve süt endüstrileri büyük ölçüde göz ardı ediliyor.

Su

Hayvansal ürünlerin üretimi, bitkisel ürünlerin üretiminden daha fazla suya ihtiyaç duyuyor. Dünyadaki tatlı su kaynaklarının %70'i tarımda kullanılıyor. Başka hiçbir tüketim ürünü bu kadar fazla kaynağa ihtiyaç duymuyor.

Suyun da doğadaki her şey gibi bir döngüsü vardır: her toprak farklı derecede sulaktır, farklı pH oranlarına sahiptir ve buna bağlı olarak yer altı suyunun ve yağmur suyunun bir döngüsü vardır. Endüstriyel hayvancılık bu döngülere müdahale ederek maalesef toprağın tuz ve su oranlarını bozuyor ve ekosistemleri tahrip ediyor. 


Su kirliliğinin bir başka boyutu da tarımda kullanılan zehirli atıkların en bilineni: pestisitler. Pestisitler suya karışıyorlar: derelerden nehirlere, nehirlerden denizlere ulaşıyorlar. İçlerindeki azot ve fosfor sebebiyle de denizlerdeki dengeyle oynayarak ölü bölgelerin oluşumuna yol açıyorlar: 2008 yılı itibariyle 169 deniz alanı “ölü bölge” olarak tanımlandı. 

Neden daha çok konuşmuyoruz? 

Sektördeki süt ve et devleri uzun süredir iklim muafiyeti ile işletiliyor. Bu muafiyetler yeni yeni aşılıyor, 2030 Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşmak adına emisyon azaltıcı reformlar uygulamaya sokuluyor. 

Endüstriyel hayvancılık da neticede bir ticaret, yani bu sektörde de yatırımcılar var. Et ve süt şirketlerindeki yatırımcılar pazar güçlerini dolaylı olarak artırabiliyorlar. İklim riskleriyle uzlaşmaya çalışanlar ve bu sektördeki yatırımcılar açısından burada bu şekilde bir zorluk oluşuyor. Çevre ve halk sağlığı pahasına üretim yanlısı politikalar lobicilik sayesinde korunabiliyor.

Gözden biraz daha ırak bir mesele olması da bu sektörün bunca zamandır göz ardı edilmesini kolaylaştırdı elbette: bugün çiftlik dendiğinde gözümüzde hala bir merada otlayan hayvanlar canlanıyor - koca bir endüstri ve binlerce fabrika değil. 

Umut var mı?

Başlangıç olarak, hükümetler kamu kaynaklarını fabrika çiftçiliğinden ve büyük ölçekli endüstriyel tarımdan çok, daha küçük, ekolojik odaklı aile çiftliklerine yönlendirebilirler. Hükümetler ayrıca, yerli ürünler için pazar oluşturmaya destek olacak ve daha temiz, daha canlı çiftlik ekonomilerini teşvik edecek tedarik politikaları kullanabilirler. Tüm bu teşvikler bir çok ülkede endüstriyel tarım ve hayvancılık için uygulanıyor. Toplumsal talebin ekolojik yönde değiştiği ülkelerde ise teşvikler bu yöne dönmüş durumda.

Küresel ısınmayı frenlemek ve ekolojik krizin bir nebze de olsa önüne geçmek için, tüketicilerin ve hükümetlerin çevre bilincine sahip üreticileri yaratma, destekleme ve güçlendirme konusunda daha fazla çaba harcaması gerekiyor. Biz de Kafessiz Türkiye olarak ülkemizde endüstriyel kafesleri ortadan kaldırmak için çalışıyoruz. Bu yönde atılan tüm adımlar birbirini destekleyerek daha iyi bir geleceğe ön ayak oluyor!

Previous
Previous

Bencil Altruizm: İyiliğin Mantığı

Next
Next

İsviçre’de Endüstriyel Hayvancılık Yasaklanıyor mu?